Pandemi Sürecinde Sosyal Çalışmacının Rolü
Bazen doğrudan, bazen dolaylı olsa da dünyadaki -ve belki dışındaki de- her şey sosyal olanlarla ilişkilendirilme ve hatta ilişkilendirmeden öte sosyal bir mesele olarak algılanma potansiyeline sahiptir. Potansiyelden ziyade çoğu zaman bir gerekliliktir. İnsan eylemlerini içeren ve insan eylemlerinin bir değişikliğe sebebiyet verebileceği her durum için geçerli olabilir bu. Argümanı güçlendirmek için burada bir örnek vermek yerinde olacaktır; gezegenimize doğru bir göktaşının geldiğini ve çarptığında yüksek ihtimalle hepimizin öleceğini düşünelim. Galaksinin herhangi bir yerindeki göktaşının, yine galaksinin herhangi bir yerinde bulunan bir gezegene çarpmasının toplumsal olanla ne ilgisi olabilir ki? Tamamen insan eylemlerini ve insanın kapasitesini aşan bir durum gibi algılama eğiliminde olup kadere kahredebiliriz. Fakat sanatın, bilimin ve özgür düşüncenin hatırı sayılır bir derecede yüksek olduğu ve göktaşını dünyaya çarpmadan yönünü değiştirebilecek ya da yok edebilecek teknolojik yeterliliğe sahip olan bir toplum düşünelim. Böyle bir toplum, bu aşamaya, gerekli teknoloji göklerdeki bazı uhrevi güçler tarafından insanlığa gönderilmediyse, toplumsal olaylar ve gelişmeler doğrultusunda gelmiştir. Bu toplumsal olaylar ve gelişmeler de özgür düşünce ve ifadenin olduğu, bilgiye erişimin ve kullanımının insanlar arasında yaygın olduğu, kültürel veyahut ekonomik adaletsizliğin minimum olduğu, vs. toplumlarda mümkün olabilir. Velhasıl, evrenin herhangi bir yerinden gelen bir cismi kıyametin habercisi olarak algılamak da mümkünken (ki böyle bir algılama da toplumsalın alanıdır), bu cismi, insan ilişkilerinin yani toplumsal olanların bir sonucu olan, teknolojik yeterliliklerle bertaraf etmek de mümkündür. İlk bakışta toplumsal olanla ilişkisiz gibi görünen, hatta dünyanın dışında olan bir mahlukat da sosyal bir mesele olabilir. Daha önce belirttiğimiz gibi sosyal bir mesele olarak algılanma potansiyeline sahip olmakla birlikte, insanlığın geleceği ve daha da önemlisi adaletli ve her canlının mutlu olduğu bir dünya için sosyal bir mesele olarak algılanma gerekliliğine muhtaçtır.
Dünyayı ve bittabi ülkemizi sarmış korona virüsünü (Covid-19) böyle bir tartışmanın merkezinde ele almak mecburiyetindeyiz. Hastalıktan topyekûn kurtulmamız için öncelikle bu musibeti sosyal bir mesele olarak ele alıp, aklı ve bilimi kendimize rehber etmemiz gerekmektedir. Bu virüsü ve buna benzer birçok şeyi insanın değiştiremeyeceği ve insanın yeterliliklerinin dışında yer alan bir sorun olarak görme (bazen sorun olarak bile görmeme) eğilimindeki insan sayısının fazlalığı sandığımızdan fazla olabilir. Meseleleri sosyal bir çerçevede düşünüp değerlendirmeme eğilimi başımıza, bu salgın hastalık da gösteriyor ki, çok fazla dert açabilir. Dünya ve ülkemiz bu meseleyi ciddiye almakta geç kaldı diyebiliriz. Özellikle ülkemizde hala ciddiye almama eğilimi gösterenler tedirgin edici.
Sosyal sorumluluğun, farkındalığın, aklı kendine rehber etmenin ya da tüm bunların tersini yapmanın, bir başkasını bu kadar etkilediğini (bir başkasına hastalığı bulaştırma/bulaştırmama ihtimali) anlamak oldukça hayati bir öneme sahiptir. Çünkü bu virüs, ciddiye alana da almayana da bulaşıyor ve aynı zamanda, daha da kötüsü, ciddiye alan da almayan da bulaştırıyor. Hal böyle olunca aklı ve bilimi hep birlikte önceliğimiz yapmamız önemini arttırıyor. Ömer F. Kurhan, covid-19 hakkında geçenlerde yayınlanmış yazısında benzer bir noktaya parmak basıyor:
‘’Kelimenin gerçek anlamıyla insanlaşmanın (bilince yatırım yapmanın) hakkını verebilmek için, öncü bir pozisyon almak, örnek kabul edilebilecek pratikler geliştirebilmek, eş zamanlı olarak toplumsal katılım ve sorumluluğu teşvik etmek belirleyicidir’’ (Kurhan, 2020)
Bu virüsü de sosyal bir mesele olarak değerlendirmek, bu virüsten kurtulmanın ve zararlarını en aza indirmenin bir ön koşuludur. Tıbbi meslek elemanları ve araştırmacıları kadar sosyal alanlarla ilgili çalışan meslek elemanları da bu salgın hastalık döneminde hayati bir önem kazanmıştır. Çünkü hastalığa çare bulmak ve iyileştirmek kadar hastalığı yaymamak ve kontrol altında tutmak da önemini her geçen gün hatırlatıyor. Böyle bir konjonktürde sosyal çalışma mesleğinin ve disiplininin yapabilecekleri, yapması gerekenler, meseleleri nasıl ele alması gerektiği önemli bir tartışma konusu olarak kendini öne çıkarmaktadır. Bir sosyal çalışmacının çapını anlaması için her şeyin sosyal olduğu fikrini içselleştirmesi önemli bir değişkendir. Böylece; öncelikle sosyal gibi görünmeyen sorunları sosyal olarak algılayacak, böylelikle de toplumsal olanın değiştirilebilir potansiyelini fark edecektir. Dünyaya böyle bir bakış, saklı kalmış ‘’değiştirilemezler’’i gün ışığına çıkaracak ve bunları değiştirmek için kişi/kişilere motivasyon verecektir. Alman tiyatrocu Bertolt Brecht’in 1930’larda söyledikleri bugün bir kez daha önemini hatırlatmaktadır:
‘’İnsanlar arasında geçen bütün olayları yeniden ele almanın ve her şeye toplumsal açıdan bakmanın zorunluluk taşıdığı bir dönemde yaşamaktayız.’’ (Brecht, 2011, s. 25)
Bugünlerde bir sosyal çalışmacının bu anlayışla hareket etmeye başlaması, gelişen olaylara daha nitelikli müdahaleler ve daha kapsamlı değerlendirmeler geliştirmesine olanak sağlayacaktır.
Bir ‘’Entelektüel’’ Olarak Sosyal Çalışmacı
Mesleki olarak tanımlanmış çeşitli müdahalelerde bulunmanın yanı sıra (hatta belki öncelik ve sürekli olarak), toplumu harekete geçirici, sorgulatan, sorumlulukları hatırlatan, farkındalık arttıran ve yetkilileri, yani, devlet organizasyonuna bağlı olarak, halkın güvenliğini ve en azından yaşamsal asgari şartları sağlamak için oluşturulmuş aygıtları kullanma sorumluluğunda olan insanları eleştirmek, bir sosyal çalışmacının bizatihi görevi ve hatta ilkesi olmalıdır. Bir sosyal çalışmacı, devlet organizasyonunun aygıtlarını kullanma sorumluluğunun, kişilere bir ayrıcalık ve güç getirdiğini de asla unutmamalıdır. Dezavantajlılar ya da kestirmeden söylersek ‘sıradan halk’ için konuşmalı ve eylemlerini ona göre organize etmelidir. Halk adına değil, onlarla birlikte hareket etmeli ve güçsüz insanların, gücün karşısında güç kazanmasına olanak sağlayıcı davranışlarda bulunmalı ve mesleki becerilerini bu yönde kullanmalıdır. İnsanların kendi adına konuşmasına ön ayak olmalı ve kişilerin, kendi ve çevresi hakkında söz sahibi olması için gereken koşulları hayata geçirmek adına mücadele etmeli ve sürekli güçlü olana karşı, güçsüzler için yeni pozisyonlar almalıdır. Bir sosyal çalışmacının daha çok devlet kurumu içinde çalıştığını göz önünde bulundurursak, özellikle bizim ülkemizde, işlerin çetrefil bir hal almaması mümkün değildir. Fakat buna rağmen bir sosyal çalışmacının özgür düşünüp, cesurca hareket etmesi gerekmektedir. İnsanların iyi olma sürecine katkıda bulunmak ve tersinin mümkün olmaması için sürekli teyakkuzda olması gerekmektedir. Sadece hükümet politikalarını eleştirerek değil, yarım doğrulara ya da basmakalıp fikirlere pabuç bırakmamak için de sürekli tetikte olmalıdır. (Said, 2017, s. 38)
Bir sosyal çalışmacının belki de kendini, Edward Said’in tanımladığı anlamda bir ‘’entelektüel’’ olarak görüp, kendine bu bağlamda, korkusuzca had biçmelidir.
‘’Entelektüel belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan bireydir. Bu rolün özel, ayrıcalıklı bir boyutu vardır ve kamunun gündemine sıkıntı verici sorular getiren, ortodoksi ve dogma üretmektense bunlara karşı çıkan, kolay kolay hükümetlerin veya büyük şirketlerin adamı yapılamayan, devamlı unutulan ya da sumen altı edilen insanları ve meseleleri temsil etmek için var olan biri olma duygusu hissedilmeden oynanamaz.’’ (Said, 2017, s. 28)
Hurafelerin kol gezdiği şu günlerde, aklı ve bilimi kendine rehber edinen, eleştirel düşünme becerisiyle sıkıntı verici soruları gündeme getirmekten çekinmeyen sosyal çalışmacının rolüne ihtiyaç artmaktadır. Hükümet sürekli yeni kararlar alırken, bu kararların ‘’halk sağlığı ve kamu yararı’’ kılıfına gizlenerek, sosyal devletin gerekliliklerini yerine getirmekten uzak olma ihtimaline karşı dikkatli olmak gerekir.
Şimdi Değilse Ne Zaman Sosyal Devlet?
Korona virüsünün bulaşıcılığından ötürü sosyal izolasyonun sağlanabilmesi için bir ‘’evde kal’’ kampanyası başlatıldı. Hükümetin öncülük ettiği bu kampanyaya birçok kişi destek oldu ve kampanyanın yayılmasını sağladı. Evde kalmak hastalığı bulaştırmamak ve yayılma hızını olabildiğince yavaşlatarak sağlık sektörünün çökmesini önlemek açısından oldukça önemli bir kampanya denilebilir. Sonuçta bu virüse karşı elimizde önemli bir güç var, yakalanmamak. Hal böyle olunca evde kalmak hayati bir önem kazanmış oldu. Yazının başında da bahsettiğimiz gibi her şey sosyal olma potansiyeline sahiptir ve evde kalmak (daha doğru bir tabirle, kalabilmek) hiç bu kadar sosyal olmamıştır. Evde kalmak bir tercih olmaktan çıkıp yapabilirliğe dönüştüğü zaman artık ona ‘’evde kalabilmek’’ demek daha doğru bir tabir olmaktadır. Evde kal(ama)ma sosyal, ekonomik ve kültürel bir takım yeterliliklerle ilişkili hale gelmiştir.
"Şimdi, Covid-19 süreciyle, çalışma yaşamına dönük koruyucu mevzuattan ve getirilen kurallardan, sosyal koruma önlemleri ve politikalarından yararlanma düzeyleri çok daha eşitsiz ve tabakalı bir hale bürünüyor. Bu önlemlere ilişkin gündem, neredeyse tamamen ekonomi ve çalışma yaşamı konuları etrafında şekilleniyor." (Kutlu, 2020)
Virüs öncesinde de zaten yoksulluk içinde yaşayan insanların yoksulluğu virüsle beraber katmerleşmeye başlamıştır. ‘’Bu virüs zengin yoksul ayırmadan herkesi etkiliyor.’’ safsatasına karşı da teyakkuzda olmak gerekir. Çünkü bu söz baktığımız zaman doğrudur. Zengin diyebileceğimiz insanlar da bu hastalığa yakalanmıştır, yoksul diyebileceğimiz insanlar da. Fakat bu sözün, hastalığın herkesi eşitlediği gibi bir çağrışımı vardır ve gerçek böyle değildir. Ekonomik ve kültürel eşitsizliğin bir sonucu olarak, korona virüsü insanlar tarafından çok farklı şekillerde deneyimlenmektedir. Söz gelimi işten çıkarılan ve hiçbir sosyal güvencesi olmayan biriyle, maaşını almaya devam eden birinin evde kalma deneyimleri hiç kuşkusuz farklı olacaktır. Veyahut evde kalmanın hayati bir öneme sahip olduğu bu günlerde evde kalamamak, işe gitmek zorunda olmak çok daha başka bir deneyimdir. Herkese evde kalmanın önemi söylenirken, açlıktan ölmemek için toplu taşımalarla işe gitmeye çalışanlara da ‘’evde kal’’ diyebiliyor mu hükümet? Tüm bu evde kalamayanları görmezden gelmeye devam etmek, kuşkusuz sosyal denilen devletin yeterince sosyal ol(a)mamasından kaynaklanmaktadır. Oldukça kestirmeden ve basit olarak düşünürsek, neredeyse her alışveriş ve gelir elde etme sürecinde devlete bizi böyle beklenmedik zor durumlarda koruması ve sosyal ve sağlık güvencemizi sağlaması açısından vergi ödüyoruz. Sosyal devletin sosyal adaletsizliği azaltan politikalar izlemesini bekliyor ve umuyoruz. Denizcan Kutlu’nun sosyal devlet tanımlaması da şu günlerde daha çok önem kazanıyor:
"Sosyal devlet, bağımlı çalışanların, ekonomik ve sosyal bakımdan güçsüz sınıf ve kesimlerin ve özel olarak korunması gereken grupların ihtiyaçlarına, taleplerine sosyal eşitlik temelinde cevap veren ve buna göre yapılanan bir devlettir. Devletin sosyal nitelikleri, riskler karşısında öncelikle önleme, ardından koruma, güvence ve tazminin sağlanması boyutlarını içerir." (Kutlu, 2020)
Sivil toplum olarak ve bu kadar soruna sahip bir ülkede sosyal çalışmacı olarak, sosyal olduğu söylenen devletin yetersizliklerini söylemek ve karar vericileri eleştirmek bizim sorumluluğumuzdur, bizatihi ilkemizdir.
Tezat bir şekilde, sosyal devletin serbest bıraktığı bazen de körüklediği sosyal adaletsizlik, hastalığın farklı şekillerde deneyimlenmesine yol açıyor. O kadar ki hayatta kalmak da toplumdaki konumunuzla doğrudan ilişkili hale geliyor. Öncelikle evden çıkmadan hayatta kalabilmek için yeterli sosyal güvenceye sahipseniz, böyle bir düzende oldukça şanlısınız. Çünkü evde kalamayıp çalışmak için hayatınızı riske atmak zorunda değilsiniz. Ama diyelim ki evde kalmanıza rağmen hastalığa yakalandınız. Bu sefer de yine sosyal güvence olarak, dışarıya çıkmak zorunda olan birine nazaran, daha avantajlı olduğunuz için hastalıktan kurtulma ve hatta hasta olduğunuzu tespit edebilme ihtimaliniz artıyor. Fakat dışarıya çıkıp para kazanmak için çalışmak zorunda olan biriyseniz (Sağlık çalışanları hariç) hastalığa yakalanma riskiniz daha fazladır ve ne yazık ki yakalandığınız zaman da hastalıktan kurtulma ihtimaliniz sosyal ve sağlık güvencenizin yetersizliği yüzünden daha düşüktür. Velhasıl, hastalık herkesi aynı derecede etkilemiyor. Her insana ırk, din, sosyal sınıf ayırt etmeden bulaşıyor olsa da hastalığın bulaşma riski ve bu hastalıktan kurtulma ihtimali bir takım sosyal etkenlerin eline bakıyor. Bu adaletsizliği ortadan kaldırması, en azından olabildiğince minimuma çekmesi, gereken ‘sosyal’ devlet de bu adaletsizliğe karşı bir şey yap(a)mıyor.
Zenginleşmeye göz yuman ve hatta bu zenginleşmenin merkezinde yer alanlar bu bulaşıcı hastalık sürecinde ölümden daha uzaklar. İnsanların eşitlenme mitini sürekli akla getirerek, yapısal ya da doğrudan bir ezilme deneyimi yaşayanların öfkesini bertaraf etme girişimleri yine kendini göstermektedir. Fakat bu hastalık eşitliğe doğru giden yolda bir basamak değildir. Bu hastalık, en fazla eşitsizliği acı bir şekilde bize gösteren trajik bir kahramandır.
Yardımlara muhtaç insanların varlığı kendine ‘sosyal’ diyen bir devlet için en acı mesele olmalıdır. Yardıma muhtaçlık bir suç olmalıdır ve devletler var olmaya devam edecekse bu suçun müsebbibi olmalıdır. Yardıma muhtaç olmak, yardım istemek ve almak insan onuruna aykırıdır. Fakat bu onursuzluk yardıma muhtaç olanda değil yardıma muhtaç olmasına sebep olan toplumsal belirleyenlerdir. Bu toplumsal belirleyenlerde ve yine bu toplumsal düzenin süregitmesinde hepimizin az çok payı olduğunu varsayarsak, yardıma muhtaç kişilerin olması hepimizin onuruna aykırı bir durum olmakla birlikte hepimizin onursuzluğudur. Eğer biri muhtaç olan bir kişi olarak onursuzsa, muhtaç olduğu için değil, en fazla kendisinin muhtaç olmasında (ya da bir başkasının muhtaç olmasına) sebep olan toplumsal belirleyenlerde payı olduğu içindir. Bugün, bir sosyal çalışmacının insan haklarıyla beraber düşünülen insan onurunu, muhtaçlık çerçevesinde de düşünmesi, sosyal devletin yeterliliklerini ve gerekliliklerini de hatırlamasına yardımcı olacaktır. Böylelikle belki de ‘sıradan vatandaşlar’ olarak, (sosyal) devletin yararını görmeyi umut edebiliriz.
Değerlendirme
Fiziksel olarak bireyselliğin arttığı bu günlerde toplumsal harekete geçişin daha da zor olduğunu hisseder gibiyiz. Neticede herkes birbirinden uzak durma gayreti içinde. Daha çok fiziksel hal almış bu, ‘’bana yaklaşma’’ söylencesi ve eylemi hastalıktan korunmak için önemli bir yöntem. Yaklaşmamız, yaklaştırmamız gerekmekte. Fakat bazen de paragrafın başında söylenenin aksine, insanların bir anda ortaklaştığını görüyoruz. Bu ortaklaşma daha çok bir tepki ve öfke olarak vuku buluyor. Yaşlıların dışarıda olmasına yönelik büyüyen öfke, birkaç videonun yayılması ile birlikte, yaşlıların dışarıda olmasına öfkeyle yaklaşanlara yönelik bir öfkeye dönüşmeye başlıyor. Sanki insanlar kendilerini bir konu hakkında iki görüşten birini savunmaya mecbur hissediyorlar. Bu hissiyat yıllardır gelen kutuplaşmanın, tartışma alışkanlığının olmayıp bir görüşe sıkı sıkıya bağlı kalma gerekliliği düşüncesinin, düşman-dost, siyah-beyaz, bizden-onlardan düalitesinden çıkamamanın getirdiği bir eğilim. Hal böyle olunca ufacık bir konuda bile ikiye bölünüp başlıyoruz taşlamaya. Linç etmek artık doğal bir hal alıyor. Bizden olmayan yerin dibine girsincilik canımızı daha çok yakacağa benziyor. Bu noktada bir filmden (Kassovitz, 1995) alıntı yapmak yerinde olabilir. Bir toplum, ellinci kattan düşen bir adamın hikayesine benzetilerek anlatılıyor filmde. Hikayedeki adam, düşerken sürekli ‘’Buraya kadar her şey yolunda.’’ dermiş.
‘’Bu düşen bir toplumun hikayesi. Düşerken kendini rahatlatmak için şunu tekrar edermiş: ‘Buraya kadar her şey yolunda. Buraya kadar her şey yolunda. Buraya kadar her şey yolunda.’’’
Her düşüşün bir çarpışı var elbette. Ve bu çarpışmada güçsüz olanın canı daha çok yanacak gibi. Biz, sosyal çalışmacılar, bu ellinci kattan düşen adam karşısında ne yapacağız?
Furkan Kaya - Sosyal Hizmet Öğrencisi
Kaynakça
Brecht, B. (2011). Epik Tiyatro. İstanbul: Agora Kitaplığı.
Kassovitz, M. (Yöneten). (1995). La Haine [Sinema Filmi].
Kurhan, Ö. F. (2020, 03 16). artizan. Bir Musibet Olarak Korona Virüsü: http://www.art-izan.org/toplum-siyaset/bir-musibet-olarak-korona-virusu/ adresinden alındı
Kutlu, D. (2020, Nisan 3). Birikim. Covid-19, Yoksulluk ve Sosyal Yardımlar: Durum ve Öneriler: https://www.birikimdergisi.com/guncel/10009/covid-19-yoksulluk-ve-sosyal-yardimlar-durum-ve-oneriler adresinden alındı
Said, E. (2017). Entelektüel. İstanbul: Ayrıntı Yayınları